Hoş Geldiniz Mesajı Gibi Bir Metin Ekliyorum Şu An;

Hoş geldiniz! Kahve içiniz!

Saygılar...

31 Mart 2012 Cumartesi

Afiyettesiniz İnşallah? Gibi...


-Nasılsın canım?
-İyiyim canım, sen nasılsın?
-Ben de iyiyim...

Sessizlik.. Ve kısır bir sorudur "nasılsın?"! Muhabbetin devamını getirmez, öylesine sorulmuş hissi verir -ki çoğu zaman öylesine sorulmuştur. Sorulan da laf olsun diye "iyiyim" der -ki o "kötüyüm" dese, sohbet akabilir, çünkü ardından kaçınılmaz olarak "neden" sorusu gelir. Neden iyi olduğu sorulmazki adama! İyiymiş işte, yaşıyormuş çok şükür..
Olumsuzlukların zaman zaman kapı açtığını düşündüğüm yetmiyordu, iletişimi güçlendirdiğini düşünüyorum artık. Abuk düşüncelerimle bin yaşayayım!

Ha, çok çok çooook iyi olması hali de olabilir; o zaman da sorulan "neden bu kadar iyisin?" sorusuyla karşı karşıya kalır ve anlatır. Sohbet yine aktı! Ve bir insana neden çok iyi olduğunu soran, genel bir  zihniyet gerçekten var mı, yoksa benim mi uydurmam; meraklardayım!

Bir de, kendisine "nasılsın?" dendiği zaman panikleyenler var. Ya da onlar yok.. Ben varım, ama yalnız hissetmek istemiyorum! Bu tiplere de (tip(ler) dediğime bakmayın, güzel insan(lar) aslında) bir sor bin ah işit! Deyim yerinde mi bilmiyorum ama en iyisi göstererek açıklayayım:
-Sen nasılsın canım?
-Ben? İyiyim? Kötü mü görünüyorum? Kötü olmam için bi' sebep yok ki! Her şey yolunda! Ne demek istiyorsun sen yaa?
Bence gayet yerinde bir tavır! Ne diye insana ruh halini sorgulatırsınki?

Doğru soru şunlardan biri olabilir mesela; Naber, neler yapıyorsun, nasıl gidiyor, ne alemdesin... Nispeten daha yüzeysel sorular. Ayrıca yanıtında bir kaç cümle de kurulabilir, sonra bir kaç cümle daha kurulur devam eder.. Bu arada, "naber" de tek başına olmaz! "İyidir" dedi mi zıçtın! "Naber, ne yapıyorsun?" olabilir..

Tabii bunların hiçbirinin sonunda ne olacağı kesin değil! Konuşmak istemeyen adama ne yapsan nafile.. Soru sorarsın, yanıtında tek kelime! Soru sorarsın, yanıtında tek cümle! Bi' de üstüne soru da sormaz, tüm çabalar piç olur! Olabilir..

Tamamen kişisel olarak "nasılsın"ı bir soru olarak boş beleş bulduğum içindi belki de bunlar.. Çünkü bana "nasılsın" diye sorma! Bana "yok mu bi' ihtiyacın" diye sor! "Yeni sezon açıldı, gidelim mağazalara limitsiz kredi kartımla" de! Bana bunlarla gel.. Nasılmışım! Şahaneyim!




27 Mart 2012 Salı

Elm Sokağı Kabusu, Yıllar Geçse de Kabusum Olabiliyor!


Çocukken en sevdiğim korku filmiydi; Elm Sokağı Kabusu! Bütün seriyi izlediğimi gururla söyleyebilirim. Öyle ki, yaşıtlarım arasında, serinin ilk filminde, kendini Freddy Krueger'in oğlu zanneden yeni yetme aptalın Johnny Deep olduğunu hatırlayan/bilen azınlığa dahilimdir. O kadar sevdiğim bir filmdi yani.

Sağ elindeki beş parmağının beşinde de keskin bıçaklar taşıyan, yanık yüzlü, çizgili kazaklı, fötr şapkalı, zeki, çevik, muzır, sempatik ve karizmatik, aynı zamanda da ürkütücü karakter Freddy Krueger! Hala o filmlerde, Freddy'ye haksızlık yapılmıştı da mı Freddy intikam almak için geri dönmüştü, yoksa Freddy zaten her zaman kötü müydü çözebilmiş değilim.. Serinin hemen her filminde hikaye değişiyordu. Yedi filmin yedisinde de bir şekilde öldürülen Freddy (hep de ufak tefek kızlar öldürür Freddy'i nedense), sonraki filmde anlarız ki, ölmemiştir.

Yedinci filmin sonunda nihayet öldü derken, yıllar sonra, 2010 yılında, beş adet körpenin, denizle kumla güneşle süslü rüyalarını kabusa çevirmek için geri dönmüş meğerse.. Dün gece öğrendim; Uykumda! Şaka! Dün gece filmi izledim de, o şekil..

Elm sokağı kabusu, bildiğimiz elm sokağı kabusuydu. Freddy yine rüyalara giriyor, rüyanda ölürsen gerçekten ölüyorsun, ip atlayan kız çocukları, bir iki freedy senin için geldi.. üç dört kapını sımsıkı ört... Bildik şeyler.

Ama yine de eskisi gibi gelmedi. Sanırım bunda önemli etken, önceki serilerde Freddy Krueger'i oynayan Robert Englund'un artık Freddy olmaması. Çünkü o haliyle Freddy sadece korkunç bir korku filmi karakteri değildi. Hakikaten bir "karakter"di. Gülüşünü, mimiğini hatırlarım Freddy'nin; bu filmde ise yanık, iğrenç bir yüzden ibaret. Keşke Robert Englund yaşlanmasaymış.. Ayrıca önceki filmlerde kabuslar çok daha eğlenceli ve şaşırtıcıyken, bu filmde kabuslar kabus gibi başlıyor, kabus gibi de bitiyor. Örnekle açıklayayım; zayıflama takıntılı kızın çok yiyerek patlaması, ya da güzel bir kumsal da keyif yapan kızın karıncalar tarafından yenmesi gibi kabuslar yok da, kimsenin olmadığı bir binada yanıp sönen ışıklar, alevler ve ortaya çıkan Freddy var. E bu da benim çocukluğumun Freddy'sinin yaratıcılığına yakışmaz!


Neticede, sevmediğim, üzerine düşünülmemiş, korku filmi olsun diye çekilmiş bir film olmuş. Caaanım Freddy'e yazık etmişler..


Son söz olarak: Büyüdükten sonra, "ben bu filmin nesinden korkuyormuşumki?" gibi cümlelerle korkularını hor gördüğüm küçüklüğüm; Bu filmin nesinden korkuyorsunki? Hahayt!

26 Mart 2012 Pazartesi

Geçmişin Tozlu Sayfalarından Neler Neler...


Yazıma başlamadan önce (yazıya çoktan başlamıştı, fakat o bunu bilmiyordu..enayi miydi?), saatlerin ileri alınmasından dün öğlen tiksinirken, akşam 19.00 olup da havanın hala kararmadığını gördüğüm zaman pek bir mutlu olduğumu belirtmek isterim. Günümden bir saat çalan evren, bana tekrar bir saatimi geri verdi. Eşeğimi kaybettirip buldurtunca sevindim resmen. Ekinokslar, coğrafi bi' şeyler.. bunlar kimin umurunda! Ne derler bilirsiniz; insanoğlu kuş misali.. Ya da, insanoğlu bi' garip derler..

Garip demişken, aklıma bir anım geldi.. Anlatmak istiyorum. Madem istiyorum, anlatıyorum..

Bundan yıllaaar yıllar önceydi(?);  Her yıl düzenlenen, büyük bir festival vardı, film festivali. Hala var mıdır, kim bilir.. Neyse işte, ben bu festivalde çalışmak istemiştim. Yanlış anlaşılmasın, gayet gönüllü olarak! Her şey para değildi o zamanlar.. Başvurdum falan filan derken, aradılar, toplantılarına çağırdılar. Gittim tabii. Dakika bir gol bir; benden, kati suretle yapamayacağım bir şey istediler. Gönüllü de çalışacak olsan, bazı kurumlar büyük beklentiler içerisinde olabiliyorlar. Vardır bir bildikleri.. Toplantıdan, aramayacaklarının farkındalığı içerisinde ayrıldım. 
Aramadılar da nitekim. Fekat, yaklaşık bir hafta sonra, festivali düzenleyen kurumdan biri, mail gönderdi. Festivalin bilmem nesinde görev almamı istiyorlarmış, bilmem hangi gün görüşmeye gelebilir miymişim.. Maili gönderen şahsından adı da, Emine olsun. "Gelirim elbette Mine Hanım!" dedim. Karşılığında, hatamın yüzüme vurulduğu, bol gülücüklü, hafif dalgalı yanıtın gelmesi kısa sürdü. Ben hatayı daha gönderirken fark etmiştim zaten ama, yapacak bi' şey yok.. Gülücüklü, şakalı, sözlü bir mailde benden olsun dedim, keşke "15.00'de Ayasofya'da olacağım" diyeceğim yede, "15.00'da Sofya'da olacağım" demeseydim (kurumun adı ayasofya oldu). Yine gülündü böyle yüzüme yüzüme. Hoş karşıladım, kendim de güldüm. Bilmem hangi gün gelince de, hevesli hevesli görüşmeye gittim.

Düşündüğümden daha ciddi bir kimseyle karşılaştım. O kadar da gülüşmüştük oysa! Neyse.. Çok beklemedim ve o "dakika bir gol bir" anını tekrar yaşadım. Dejavu derler.. O, kati suretle yapamayacağım tek bir şeyi yapıp yapamayacağımı sordu. "Bu bir şaka değilse, müsadenizle tokatı yiyeceksiniz!" dedim içimden. Dışımdan söylediklerim çok daha kibar, medeni şeylerdi. Yapamam dedim, özeti budur. Tıpış tıpış yollandım, çıktım çay içtim falan..

Düşünüyorum da, ard arda iki maili hatalı gönderen ben, komik ve haliyle gülünesiydim de, bile bile beni görüşmeye çağıran -üst üste iki defa çağıran- sevgili kurum kahkaha attırmıyor mu kimseye? Bana bir gülme gelmişti sanırım, sinirden.. Ama işte yıllaaar yıllar önce olunca insan bazı detayları unutuyormuş demek ki!

Saatlerde bi' güzel oldu böyle, değil mi?



23 Mart 2012 Cuma

Çikolata Parçacıklı Bir Dünya İstiyorsunuz; Farkındayım!



Acaba diyorum, bir kalıp çikolatayı tek başına yedikten sonra mutluluktan çıldıran kimse var mıdır? Bunu gerçekten merak ediyorum.. Hani bilinen, çikolatanın mutluluk verdiği ya, belki birilerini mutluluktan uçuruyordur da, kim bilir.. Ama o ben değilim, orası kesin. Çikolata yedim diye gözlerimin ışık saçtığı olmadı bugüne kadar.. Tamam, bir düşkünlük var ama.. Mutluluk da getiriyor mu bu düşkünlük?
Düşünelim!

Şöyle bir teori olabilirdi aslında: Malum, çikolatanın kalorisi bol. İnsanlara çikolata yedirip yedirip şişmanlatıp, sonrasında da dayıyorlar zayıflama  zımbırtılarını! Ve tabii çikolatanın diğer bir özelliği; sivilce yapıcı! Sivilce tedavisinde kullanılan ilaçlarda böylelikle geçinip gidiyor olabilirler.. Döngü bu şekilde devam ediyor.
Ve ben buna teori dedim değil mi? Hipotez bile diyemezmişim de, elimin ayarı yok.. Aklıma geleni yazıyorsam ne edeyim!

Evet, mutluluktan ağzı kulaklarına varmış, şişman, sivilceli insan topluluğu(!); çikolata severler! Çirkinleşmek pahasına çikolatadan vazgeçmemelerini takdire şayan buluyorum.. Tatlandırıcılı çikolata yiyenler ise, sonucuna katlanamayacaklarsa, uzak dursunlar! Hem çikolata ye, hem de form tut! Nerede var öyle dünya!

Neyse.. Mevzudan kopmayalım.
Vücutta mutluluk hormonu salgılıyormuş kendisi, o şekil bir alaka kurmuş mukaddes bilim insanları.. Doğrudur tabii.. Yani şimdi bilime de karşı çıkacak değilim. "Höst" derler, "çüş" derler! Sadece, genelde boğazına düşkün insanlarda böyle bir fazla neşe hali olur; fazla kızartma yemenin nasıl bir hormonu salgıladığını da açıklamışlar mıdır, diye de bir soru işareti yanıp yanıp sönüyor zihnimde.. Saygı değer bilim insanları?

Çocuklar da çikolataya çok düşkün olur. Hatta en düşkün olur. Mutludurlar aynı zamanda.. Ama onların kafaları pek çalışmadığından, mutsuz olmaları gerektiğini idrak edemiyor olabilirler.
Değerlendirme dışı kaldınız yine sabiler!
(çocuklarla ilgili söylediğim hiçbir şeyi ciddiye almayın.. sataşmayı seviyorum, o kadar)

Her neyse.. Çikolatayı çok sevmeme rağmen, mutluluğumla bir alakasını kuramamamdan ötürü bu bahsi açmış idim. Şimdi bakıyorum da, sivilcem yok, kilo problemim yok.. Çikolata bende etkisiz eleman gibi sanki. Haydan gelip huya mı gidiyordur nedir?

22 Mart 2012 Perşembe

Yalancının Mumu Söner Ama, Aramızda Kalsın!


Yalan söylemekle ilgili anlaşılmamış/yanlış anlaşılmış bir takım gerçekler var, ve sır saklamakla ilgili!

Önceliğim yalan söylemekle ilgili olsun:
Yalan, çok kötü, iğrenç berbat bir şey! İçerisindeki harflerden yalnızca birini değiştirince "yılan" oluyor.
Ne kadar talihsiz bir kelime ve korkunç!
Kişinin, kendi çıkarlarını korumak amacıyla söylediği zaman kötü, diğer durumdaysa(iyi amaçlara hizmet ettiği varsayımı) "beyaz" olduğuna da katılmıyorum. Gerçeği söyleme cesaretini göstermemek, gerçeği öğrenince kahrolacak insana katlanmak istememek, gerçeğin keyif kaçıracağını düşünmek, "bak, böyle ne kadar mutlular" demek... bunların hiçbiri beyaz değil!
Madem yalan, yalnızca bir başkasının iyiliği için söylendiği zaman mübah, sende bir kahinsin o halde! Yoksa nereden bilebilirsin iyi olacağını? Bilemeyebilirsin.. Muhtemel olan!
Ben yalan söylememek adına, susarım. Sen de öyle yap.. Yalancı olup ayıplanacağına, dürüst olup tartaklanacağına, sessiz ol! Bence..

Sır saklamaya geçelim...
Ben bu konuda gerçekten iyiyimdir; benden sır çıkmaz! Neden böyle olduğuyla ilgili de net bir fikre sahip değilim. Bir kaç tane ihtimal var açıkçası üzerinde durduğum:
Erdemli bir insanım! Bana anlattığına göre, demek ki güveniyor ve ben de bu güvene layık olmalıyım. Aksi halde şerefsizin önde gideni beride durmayanı olurum. Oysa ben ne yüceyim, birazdan da kanatlanıp uçacağım, inşallah!
Böyle olabilir..
Şöyle de olabilir:
Anlatıyorsun, anlatıyorsun ne güzel, ama benim umurumda bile değil! Sen de umurumda değilsin! Veli'de umurumda değil! Ayrıca düşünüyorum da, ben seni tanımıyorum galiba.. Arkadaşın mı yok, yalnız mısın? Veli komik bir isim! Bundan konuşmak zorunda mıyız? Dinlemiyorumkiiii!
Belki..
Ya da:
Hiç şüphen olmasın; sonsuza kadar bizim tatlı küçük sırrımız olarak kalacak. Taa ki bir gün sana işim düşüp de, sen, güvenilir dostuna gerekli destekde bulunmayana kadar! Bütün iletişim araçlarını kullanırım.. Mesajlar, e-postalar... Sosyal medyada rezil olursun! O yüzden dostum, akıllı ol!
Elbette bir neden olabilir, ama benim sır saklama nedenim değil.. Kesinlikle!

İyi bir şey, illede iyi olacak diye bir şey yok! Belki iyidir, olmayabilir de.. Davranışların alt metni de vardır ve
onu bilmeden, iyi ya da kötü denilemez, gibi bir düşünce.. Yanlış da düşünmüş olabilirim ama.. Sizce?





19 Mart 2012 Pazartesi

Görüşmeyle İlgili: Annenin Sözünü Dinle, Baban Seni İşe Almayacak!


Sabah 07:15'de, sevgili kız kardeşim M...... tarafından gelen, asabi bir seslenişin ardından (ben bir sesleniş duydum.. allah bilir kaç sesleniş!), bol güneşli, 15 dereceli(meteoroloji.. buna bilim derler!) güzel bir bahar sabahına uyandım. Uyanışım da güzeldi, uyanma amacımda.. Kalktım, giyindim kuşandım, saçımı başımı, makyajımı falanımı filanımı tamamladım, kahvaltımı yaptım, kahvemi sigaramı içtim veeee iş görüşmesi için hazırdım!

Enerjim yüksek, gülücükler saçıyorum etrafa.. Ayıp kaçmayacak olsa bi' kahkaha da patlatırdım.. Yine de yapardım ama katılan olmaz, bozulurum diye düşündüm. Yapmadım. Edepli bir şekilde sıramın gelmesini bekledim. Çok beklemedim, bi' on dakika kadar.. Ardından, görüşmeyi yapacağım şahs-ı muhteremin odasına girdim.

Bu aşamada annemden ve babamdan söz etmek istiyorum. Gayet de alakalı!

Hani ben giyindim kuşandım, saçımı başımı bi' hale yola soktum ya; anneciğimin bana ilk söylediği, "böyle çok küçük görünmüşsün.. en azından saçlarını..." gibi devam eden şeylerdi. Dinledim mi? Beni bilirsin adamım, asi bir ruhum var.. Dinlemedim tabii ki, anne-kız ilişkisindeki rolüme sadık kalarak!
Görüşmede, adamın karşısına geçtiğim o an, bakışı mimiği her şeyi bana bu iş için küçük olduğumu bağırdı, adeta! Konuşmama bile gerek kalmadı aslında. Zaten onun istediği kadar deneyimli olamazdım, yaşadığım yıllar yetmezdi; adamın gözünde..
Böyle bir önyargıyla başladı görüşme. Nitekim, görüşmenin kendisi de  önyargıyı destekler nitelikteydi, orası ayrı.

Gelelim babacığıma.
Efendim biz Rizeliyiz. Adamın kendisi de Artvinliymiş. Babam yaşındaydı. Babama benziyordu. Bence o da özünde inşaatçıydı. Değilse de, kariyer planlamasını çok yanlış yapmıştı.
Bunu neden söylüyorum; bizim oralı babaları bilirim. Kızları yaşındaki kızları pek ciddiye almazlar. Fazlasıyla babacan yaklaşırlar ve onların daha çoook büyümeleri gerektiğini düşünürler. Haliyle iş görüşmesine gittiğiniz zaman karşınızda böyle bir adam varsa, ona kendinizin ne kadar otoriter, iş bitirici, yerine göre sert, acımasız, kapitalizmin gönüllü neferi.. olduğunuzu anlatamazsınız, inandıramazsınız.
Hele ki gerçek bu değilse, mümkün değil!

Hala görüşmenin sonucunda işi kapıp kapmadığımla ilgili soru işaretlerin var ise, yazıyı bir daha oku!

16 Mart 2012 Cuma

Kim Bunlar?


Bazı şeyleri olmak kötü! Öncelikle, insanlar o şeyleri olumsuzluyor. Sonra o şeyler, belki olumsuz sonuçlar da doğuruyor. Her zaman doğurmuyor belki de, ama tecrübelerden yola çıkanlar doğuracağını söylüyor ve, o şeyler kötü oluyor. Onlara sahip olmak kötü..

O şeyler, hangi şeyler! Dengesiz olmak mesela.. Dengesiz davranışlar sergileyen birinin, ne özel hayatına ne de iş hayatına karşı güven duyulmaz. Sorumsuz olmak sonra.. ki şahsımın da tahammül edemediği durumdur kendisi. Ciddiyetsiz olmak, patavatsız olmak, kaypak(!) olmak... Kötü "şeyler" bunlar.
Kötü.. eyvallah, kabul ediyorum hadi.. ama o zaman aksi iyi olsun; o da değil. Dengeli, sorumluluk sahibi, hiçbir zaman ciddiyetinden taviz vermez ve nerede ne konuşması gerektiğini bilir! öööğğğk! Sıkıcı mısın bilader?

Sözüm, ciddiyetine zeval getirdiğim insanlara! Anlıyorum, çok mühim meselelerden bahsediyorsunuz. Patron niçin sizden bu kadar maaşla o kadar çalışmanızı bekliyor? Bunun üzerine saatlerce kafa yormalı, tartışmalı ve ardından patrona küfretmeliyiz. Evet, patrona küfredebilirim, gerçekten! Fakat, ne yazık ki, şirinler köyünde yaşamıyor oluşumuzun tek neden olduğunu ciddiyetle anlatamam! Olmaz! Zekanıza hakaret etiğimi düşüneceksiniz ve bu defa da ben nefret edilen kişi olacağım. Yok yaa!
Dünyayı kurtaracaksak, ciddiyetle kalkışırım işe. Ötesinde hiçbir şeyin espiri kaldırmaz olduğunu düşünmem! Budur!

Diğer şeyler sonra.. Sorumsuzluktan hoşlanmadığımı söyledim. Söyleyebiliyorum, çünkü sorumluluk sahibi olduğumu düşünüyorum. Peki ben bu kadar sorumluluk sahibiyken, o nasıl oluyor da sorumsuzca davranma lüksüne sahip? Her zaman demiyorum bakın! Bazı zamanlarda sorumsuzca davranmanın gerekliliğine inandım. Bazı zamanlarda insan sadece kendini düşünebilmeli. Sonucu kötü de olsa, birilerini üzse, kızdırsa bile! Ve sorumsuzluğun mağduru olabileceğimi bildiğim için, sorumsuzlara kılım! Tabii lükslerine duyduğum kıskançlık da var..
İğneyi de kendime batırdığıma göre, devam edebilirim..

Amerikan filmleri, evet! Onlar bir nevi kurtarıcı oldular yarattıkları anti kahramanlarla. Dengesiz, sorumsuz, ciddiyetsiz, patavatsız, kaypak... adamları baş tacı ettiler, biz de yedik! Böylece insanlar iç huzuruyla, "bana güvenme!" diyebildiler ve kendilerini New York'lu zannettiler.  Amerika yine dünyayı kurtardı, ciddiyetle!

Nasıl bağladım ama!

14 Mart 2012 Çarşamba

Fransız Kaldıysam Kabahat Kimde?


Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp! Bu atasözündeki mantık hatasını bulalım..
Eğer ki, tek başına "bilmemek ayıp değil."olsaydı, tamam. Bilmemek ayıp değilmiş.. Ne güzel.. Ben de bilmiyordum zaten, içim rahatladı. Öyle demiyor işte; öğrenmemek ayıp diyor. Tartışalım!

Bilmiyor olmanın sebebi nedir? Öğrenmemiş olmak! Öğrenmiş olsaydım, biliyor da olurdum. Ben hem bilmeyip, hem de nasıl öğrenmiş olabilirim! Öğrenmiştim ama üstünden çok zaman geçti, unutmuşum, bilmiyorum dersem ayıp değil mi? Ya da, "bak bugüne kadar bilmeden bilmeden yaşayıp gitmişsin, onun ayıbı sayılmaz artık ama bu saatten sonra da öğrenmezsen ayıp sana!" mıdır? Hani, bilmemek de ayıp ama, öğrenmemek naassıılll ayıp nasıl? Ve bu ne biçim bir anlam karışıklığıdır ki ben çözemiyorum, ki ben! (Zehir gibiyim maşallah!)

Bilmemek ayıp değilse bile, insan utanıyor bir yerde. Öğrenip öğrenmemekse, tamamen kişinin hür iradesine kalmış, bence..

Diğer bir mesele(aslında aynı mesele), benim bu atasözüyle alıp veremediğim nedir!
Anlatıyorum, ve yüzüm kızarıyor yeniden..
Dün, öğleden sonra sularıydı. Adını vermeyeceğim ama hemen hemen herkesin bildiği bir kültür sanat kurumuna görüşmeye gittim. Görüşmede, benden başka, dördü kadın biri erkek olmak üzere beş kişi vardı. Hepimize birer form verdiler; ad, soyad, telefon, e-mail, meslek falan filan derken.. yabancı dil! Sorun yok.. İngilizce, orta seviye derim, olur da. Daha önce hep dedim, hep oldu. Yalnız, beni görüşmeye çağıran beyefendi(beni görüşmeye niçın çağırdın beyefendi?), "Arkadaşlar, anadiliniz gibi konuştuğunuz dili yazın ve İngilizce olmasın mümkünse.." deyince, hiç olmadı! "Türkçe!" dedim, güldü. Espiri yaptığımı düşündü sanırım.. Espiri yapmıyordum! Onun da bunu anlaması uzun sürmedi. Tabii, yarım saat kadar sürdüyse görüşme, sustum.
Oysa Türkçe'm gerçekten çok çok iyidir; kelime haznem olsun, atasözlerine ve deyimlere hakimiyetim olsun.. Fırsatım olmadı ki göstereyim. Bir iki cümle kurduysam da, kem küm oldu ne yazık.. Hoş, kusursuz Türkçe ile ilgili bir konu başlığı da yoktu görüşmede; en azından alnım ak, yüzüm pak çıkardım salondan!
Yalan da olmasın şimdi, çıkarken gayet de yüzüm güleç, bozuntuya vermeden, özgüvenim tastamam çıktım gittim. Nasıl yaptım ben de bilmiyorum.. Hayret doğrusu!

Tekrar başa dönelim.
Bilmemenin ayıp olmadığını söyleyen atamın sözü, keşke sadece bunu söylemekle yetinseydi de, lafın devamını getirmeseydi. Şimdi ben nereden öğreneyim anadilim gibi Fransızca, anadilim gibi Almanca, İspanyolca, Rusça, şunca, bunca? Ayıp mı bana? Yazık bana!


12 Mart 2012 Pazartesi

Eleştiri Dediğin Böyle Yapılmaz! Yanlışını Bilirsen Eğer...


Dün, biri gerilim biri dram olmak üzere, iki film izledim. Dram da dedim ama, bana sorsanız hayatta dram falan demem o filme. Neresi dram! Şahsen ben hiç de dramatik bir an yaşamadım izlerken. Ağlamaklı olmadım, içlenmedim.. Bence yanlış kategorize edilmiş. Edilmeseymiş de bir şey değişmezdi, beğenmedim! Tabii ben bu blogda film eleştirmenliği gibi bir role soyunmadığımdan ötürü, senaryodaki sorunlardan, filmin finalinin "oldu da bitti maşallah"a bağlanmasından, bunların ötesinde, görüntülerin büyüleyici olduğundan falan bahsetmeyeceğim. Haddime olmadığından değil, sıkılırım!

Martin Scorsese'nin, dört oscarlı filmi Hugo!

Filmin kahramanı, masmavi kocaman gözleri ve Oliver Twest'i andıran tarzıyla, aşırı güzel ve sevimli bir çocuk. Aşırı güzel ve sevimli bir çocuk olması önemli değil ama çocuk olması önemli! Neden?

Filmi izledikten sonra, çocuk edebiyatını ne kadar çok sevdiğimi düşündüm. Çocuk romanlarının kahramanları da çocuktur. Onların el değmemiş dünyaları, hisleri, düşünceleri, hayalleri.. Bu yüzden ben çok severim çocuk edebiyatını. Aynı duyguyu sinemada yakalayamadığımı düşündüm. Yalnızca Hugo için söylemiyorum, genel olarak, çocuk karakterlerin tüm çocukluklarıyla filme hakim olması durumu beni çekmiyor. O zaman bunda bir çelişki var değil mi? Ben de o çelişki üzerine düşündüm ve buldum! Cevapsız hiçbir soru bırakmıyorum zihnimde şükürler olsun!

Çocuk filmlerindeki karakterlerle, çocuk romanlarındaki karakterlerin tek bir farkı var; çocuk filmlerindeki karakterleri görüyorum. Onlar bana, aynı olmadığımızı gösteriyorlar. Onlar bana "ben daha çocuğum ablaaa.. sen eşşek kadar olmuşsun!" diyorlar. Terbiyesiz çocuklar! Çocuk romanlarında bu yok.  Onlar çocuk ben yetişkinim demiyorum okurken. Çocuk karakter bilge bilge konuşunca, "ne biçim çocuk lan bu!" geçmiyor aklımdan. Ekranda, sümüklü bacaksız pek inandırıcı olmuyor tabii. Evet, olmuyor..

Romanlar şahane, sinema bok gibi yazımı da yazmış bulundum böylece.
Şaka!

Ha, dün izlediğim korku filmi mi? Siyahlı Kadın.. Hani bizim Harry Potter vardı ya, büyümüş koca adam olmuş, çoluk çocuk yapmış, hayaletli ruhlu korkutucu işler peşindeydi. Ve işte bu dramatikti! "haaarryyyy" dedim filmin sonunda, gözümden yaşlar akıyordu.. Yok, o öyle değildi ama.. Neyse.. Biraz korktum.


10 Mart 2012 Cumartesi

Çelişkili İfadeler Bunlar!


Dün ki yazımda -okuyanlar bilir, okumayalara da, aşkolsun!- sevmediğim belli başlı insan tiplerine yönelik, bir takım eleştirilerde(!) bulunmuştum. Sevmediğim dediysem, haz etmediğim.. Gönlü geniş kimseyim, herkesleri pek bir severim (yalaann söylüyor yalaaannn!)!

Bugün, sevdiklerimden bahsedeceğim; hayran olduklarımdan, gıptayla baktıklarımdan.. Yeri gelir, hasetlik yaptıklarımdan!

Dürüst olmam gerekirse, sevmediklerimi düşünürken daha az zorlandım; o bahsettiklerim, gerçeğin çok küçük bir kısmını yansıtıyordu. Utanmasam, daha kimleri kimleri listeye koyardım. Sevdiklerim de çok olmalı aslında. Güler yüzlü insanlar, alçak gönüllü insanlar, paylaşmayı, yenilmeyi bilen insanlar, destek olan insanlar.. böyle uzar gider. Sorun şurada; olumsuz olanlar fazlasıyla netken, olumlu olanlar da bir fluluk, bir bilinmezlik, bir gizem..Ve sonra, kendimle ilgili, pek de hoşuma gitmeyen bir sonuca vardım! Hoşuma gitmeyen sonucumdan söz etmeyeceğim. Neden, şahane olduğum düşüncesini toza buluta döndüreyim kendi ellerimle! Çok saçma..

Her neyse.. Mevzudan uzaklaşmayalım, sevdiğim insan diyordum, evet.
O insan ki, hiçbir derdin tasanın altında ezilmez. Zaten derdin tasanın ne olduğunu da bilmez. "Hallederiiizz.. takma kafana yaa.. rahat ol!", günün belli saatlerinde tekrarladığı kelimeler bunlar.
Bazıları ona "Gevşek" der, ki bu olumsuz bir söylemdir. Bazıları da, "ne rahat, ne esnek ne pislik, ne boktan bir adam.." der, ki bu, yine, olumsuz bir söylemdir.
Bense ona, "yaşamın sırrını çözmüş, yüce ruh" diyorum!

Bakın neden:

On puanlık soru: 21. yüzyılın yaygın hastalığı nedir? Bilemeyeni ıslak zopaylan dövüyorlarmış efenim.. Stres, ya!
Peki, stresli olmamak adına kişi ne yapabilir? Hiçbir şey yapamaz! Durumu kabullenecek, stresiyle barışacak, stresli stresli yaşayıp gidecektir. Stresten saçlarını da yolar belki, kel kalır..
Diğer bir seçenek olarak da, kendini dağa bayıra vurur, doğaya kaçar, şehir hayatından uzaklaşır. Nispeten stressiz olur.Bu da yani şimdi, doğa falan iyi güzel de bir yere kadar.. Asfalta aşinalığımız var bizim. Toprak zemin kışın tatsız olur.

Demem o ki; günümüz insanı stresli hayatın cenderesinde dönedursun, o, varoluşunun doğası itibariyle stressizdir. Çaba sarf etmez, düşünmez, kafaya takmaz, asla! O bir ütopyanın kana cana gelmiş halidir!

Bu çok muhteşem(!) insan, kendi halinde muhteşemdir evet.Onun dünyası ne kolay ne hoştur.. Lakin, hayatımda olmasını istemeyeceğim insanları listelesem, kendisini tereddütsüz liste başı yaparım! Zira, ben kafayı yemek üzereyken, "amaaann.." diyen adama yumruk atarım.. Yaparım!

9 Mart 2012 Cuma

Gülümseyin Diyor, Çekeceğim Diyor!


Bakın, öncelikle şu konuda anlaşalım; iyi bir insan olmam, hümanist bir kişiliğim olması, sevgi dolu kocaman bir kalbe sahip olmam(ne şeker, değil mi?), aynı zamanda da Mevlana olabileceğim anlamına gelmez! Bazısına, "ne olursan ol, allah aşkına gelme!" diye yalvarmam, işten bile değil. Uzağa, uzağa, daha uzağa, en uzağa.. arkasından ittire ittire ittiresim var, bazısını.

Kim bu "bazısı" dersen, aslında çok kişi olabilirdi, ama değil. Çok benciller, çok ukalalar, çok konuşanlar ve haliyle çok dedikodu yapanlar, çok kıskançlar, çok hırslılar, çok yalancılar... Bunların da hiçbirini istemem pek kıymetli hayatımda; ama bunlar, zaten kötü insanların özellikleri.İlk bakışta fark etmesem de, fark ettiğim zaman vicdanen ne kaddar rahat "git" diyebileceğim insanlara ait bunlar. Ondandır, sırtımda yük, ayağım bağ değiller.

Tahammül edemediklerim başka.. Onlar, güler yüzleri, temiz kalpleri, iyi de sayılabilecek arkadaşlıklarıyla , usul usul giriverirler içeri. Safiyane niyetlerle yavaş yavaş kemirirler içini. 

Asık suratlar (depresifler de denir kendilerine) ve aşırı öfkeli olanlar (öfkelerini hiç çekinmeden sergileyenlerden bahsediyorum)!

Evet, bu iki insan tipi ile ilgili düşündüklerim, şiddete yakın.  Hangisini daha az seviyorsun diye sorsalar, "ikisini de...!" derim (soru: noktalı yere gelecek uygun kelime hangisidir?)! 

Asık suratlar moral bozar, aşırı öfkeli olanlar sinir bozar.. Yok, aslında ikisi de hem moral hem de sinir bozar. Dahası, süreklilik arz eden depresiflik ve öfke kontrolündeki zayıflık, ergen psikolojisi içerisinde incelenmelidir. Ergen psikolojisi dahilinde normaldir, anlaşılırdır, büyüyünce geçer. 30'una ramak kalmış olanınsa, çocukluğu vahimdir, bence!

Asık suratlı arkadaş bu haliyle ilgi çekmeye çalışıyorsa, ilgi çekiyor.. ve tiksinti ve antipati ve nefret! Yok eğer dünyanın ne kadar boktan bir yer olduğunu düşünüp kahroluyorsa, bana bahane uydurmasın! Dünyanın nasıl bir yer olduğunu ben de biliyorum ama bakınız, gülüyorum! Evet, şu an gülüyorum ve deli değilim!

Öfkeli arkadaşa söyleyecek sözüm yok.. Cinneti yakındır. Kendisinden korkarım.Meditasyon tavsiye ederim!

Başka sözüm yok Hakim Bey.. Gereğini siz düşünün, ben bir kahve alayım.. Depresyon riski olmasın, yatıştırsın, afiyetlen!

7 Mart 2012 Çarşamba

Söz Meclisten Dışarı Dursun


Çiftler ve tekler ile ilgili bir araştırma konusu olsa, bence çıkabilecek sonuçlardan biri; çiftler sıkıcıdır! Çift olmak kendi içinde eğlenceli olabilir, ama dış dünyanın gerçekleri bambaşka..

Yalnız bir insan olarak  -pek çoğunuz yalnızsınız, biliyorum- bir çiftle beraber yemeğe gitmek, alışverişe gitmek, yürüyüşe çıkmak, tatile gitmek (akıllara zarar!)... Hele ki tazecik bir ilişkiyse, sinir bozucudur. Zaten yalnız olan siz -evet, bu kelimeyi yazının tamamında sık sık tekrarlayacağım-, yapayalnız hissedebilirsiniz. Çok çook çoook yalnız! Tabii sürekli öpüşüp koklaşan iki insanla sohbet etmek de pek mümkün olmaz. Onların ikili olması, sizin tek (yalnız!) olduğunuz gerçeğini kabak gibi ortaya çıkarır! Sıkıcı!  

Çiftler, eğlence şekilleri itibariyle, ortamdaki duruşları ve sosyalleşme oranlarıyla da sıkıcı bir izlenim oluşturabilmekteler. Evde olmayı severler. En çok sevdikleri, birlikte dvd'de film izleyip cips yemektir. Bu sebeple genelde pijama giyerler. Güzel ve şık olmazlar. Diğer bir çifti konuk ederler, sevgili sevgili oyun oynarlar (eşli oyunlar; tabu gibi..),  yine, diğer bir çiftle tatile giderler... Eğlence ve sosyalleşme alanlarını oluşturan, diğer çiftlerdir. Bu sebeple, yalnız(!) ve çok eğlenceli arkadaşlarından yavaş yavaş uzaklaşırlar. 

Ha, uzaklaşmazlarsa; hala sıkıcılar! Gece dışarı çıktıklarında, çiftler köşelerinde kös kös otururken, dans etmek içlerinden gelmese de, zoraki bir iki figürden sonra,"geç oldu sanki?" gibi içlerinden geçirirlerken, tekler mekanın  tozunu attırırlar. Onlar (tekler), dans etmeseler de oturmazlar. Her an enerji dolu, algıları her an açıktır. Eğleniyormuş gibi görünüyorlar, ne bileyim..

not: Çiftler, diğer çiftlerle gece çıkmazlar. Çiftler gece çıkmayı sevmezler. Onları gece çıkmaya zorlayan, yalnız(!) arkadaşlarıdır. Eğlenmemeleri için haklı nedenleri varmış, evet..

Haksızlık ettiğim düşünülebilir, ki etmiyorum; tabii herkesin eğlence şekli farklı! 
Ne diyebilirim ki; Evcimenler sıkıcıdır. Çiftler evcimendir. O halde çiftler sıkıcıdır!

6 Mart 2012 Salı

Melekler.. Onlar Neredeler?


Karşılık beklenmeden yapılan iyilik/yardım diye bir şeye inanmıyorum!

Uzakta, hiç tanımadığın insanlara karşı yapılan yardımda bile karşılık beklentisi olduğunu düşünüyorum ama sözüm ona değil..

Bi' laftır gidiyor, "ben karşılık bekleyerek yapmadım ki.." Peki, sorması ayıp, ne bekleyerek yaptın?  Sorması daha da ayıp, buraların enayisi sen misin? Ya da sen ermiş misin?
Ha bak, böyle bir beklenti de olabilir. Misal, ben bu kadar iyiyim, maşallah deyin, bir harelerim eksik.. senden ya da başka bir yerlerden, yaptıklarım öyle böyle bana geri dönecekler.. Olabilir! Her ne kadar kastım olan, "karşılık beklemek" böyle bir şey olmasa da, al gülüm ver gülüm söz konusu, hala!

Ammaaa! Sen tatlım; yukarıdaki kategoriye girmiyorsun. Senin kategorin, aşağıda!

Çok basit, günlük hayat içerisinde, bütün ikili ilişkilerde rastlanabilecek sıradan örnekler düşün.. Uçma yani! Bir arkadaşın.. borç istedi diyelim. e sen de verdin. Öyle ya, arkadaşlar niye vardır! Borç para vermek için! Sonra gün geldi, aynı şekilde senin paraya ihtiyacın oldu, borç istedin. Arkadaşın vermedi! Sessizlik oldu tabii.. Ne nankörmüş değil mi? Ben de öyle düşünmüştüm..

Şimdi ben böyle söyleyince, sanki hep bir hesap kitap varmış gibi oldu. Sanki, o para bir elden diğer bir ele geçerken,  "bak ben şimdi bunu yapıyorum ama yarın bir gün sen de bir şeyler yaparsın artık benim için" ve benzeri cümleler, kafada fır dönüyormuş gibi.. Yok, değil.. İnsan karşılık beklediğini, karşılık görmediği zaman anlıyor. Daha doğrusu, birinci aşamada bilinç altındaki beklenti, ikinci aşama da, hayal kırıklığından mütevellit, bilinç üstüne taşıyor. Kimileri nankör, kimileri vefasız, kimileri hayırsız oluyor..
İşin başında çıkar hesaplarına girişenlere de, kendi aramızda "kötü" diyoruz.

Herhangi bir yanlış anlaşılmaya mahal vermemek adına; karşılık beklenmeden yapılan iyilik diye bir şeye inanmadığım gibi, kesinlikle karşılığı olması gerektiğini düşünüyorum (ama öyle ama böyle)!

Beklemiyormuş! hadi canım hadi...

4 Mart 2012 Pazar

Kuş Tüyü Gibi Hafif, Adeta!


Bir baş havlusunun -sıradan bir baş havlusu değil. turuncu, sarı şeritleri olan, çok güzel bir havlusu.- hazin öyküsüdür anlatacağım..

Yaklaşık altı ay önce, bu şehre taşınma hazırlıkları sırasında, var olan eşyalarımın üçte ikisini, belki de daha fazlasını atıp, satıp(maksat, cebimiz para görsün!) hafif bir taşınma gerçekleştirdim. "Hafif" kelimesi burada önemli! Çünkü tek amacım valiz sayısını azaltmak değil (o da bir amaçtı elbette), elimi kolumu sallayarak yürüyen bir insan olabilmekti (sallayamadım!). Ben gidiyorum deyince, bir aylık toparlanma sürecini de hesaba katmadan yaşamak istedim ondan sonrasında. Gerekli eşyalar, okumadığım ya da tekrar okuyacağım kitaplar ve çok çok anlamlı(!) bi' takım ıvır zıvırlar... İstek bu yönde. belki bir gün lazım olur ya da "ay bunu da şununla tanıştığım gün giymiştim" gibi nedenlerle yanıma aldığım hemen hemen hiçbir şey olmadı.

Hemen hemen!

Oradayken bir sürü havlum vardı benim. Hepsini attım. Havlu neticede; ailemin evinde yığınla havlu var, ilerde lazım olursa da, üç beş kuruşa havlular var. Fazlalık yaptırmadım, attım.
Bir tanesi hariç..
Yıllar önce (doğrusu, üç dört yıl önce) annemden aldığım, turuncu sarı şeritleri olan çok güzel bir havlum vardı. En sevdiğim havlum.. En çok kullandığım havlum.. Çok eskidi, ama atmadım. Valizin bir köşesine sıkıştırdım onu.

Bu sabah, bana göre bahar temizliği, anneme göreyse tipik bir pazar temizliği sırasında, annem bana seslendi, balkona çağırdı. İki üç bina ilerideki apartmanın bahçesini işaret etti. Benim turuncu sarı şeritli, güzel baş havlum yerde, kir pas içindeydi. İki ihtimal geçti aklımdan; ya, kaç gündür süren rüzgar (hain rüzgar!) havluyu ötelere kadar uçurmuştu ve kimse fark etmemişti, ya da, havluyla aramdaki duygusal bağı bilen bir aile üyesi (hain aile üyesi!) beni üzmek adına böyle bir girişimde bulunmuştu ve kimse fark etmemişti -rüzgarın işi olmalıydı bu!

Gidip havlumu bahçeden almaya yeltendim; evin kapısından çıkmak üzereydim ki, durdum. Şöyle bir mantıklı düşününce; ulan o havlunun üzerinden arabalar geçip gitmiş, kedisi köpeği üzerine işemiş.. Üç gün çamaşır suyuna batırsam  ben o havluyu bir daha kafama sürer miyim? Sürmem! Zaten üç gün çamaşır suyuna da batırmazdım, renkleri bozulur! E peki o zaman niye gidip alıyorum ben o havluyu?

a-haa!
Nesnelerle kurduğun bağlardan kurtulamamışsın kızıııımm!

Böyle söyledi bana iç sesim; Almadım!

Çarşafımdan da kısmetse bir hava hareketi yardımıyla kurtuldum mu (samyeli oluuur, karayel oluuur, meltem olmaaaz işime yaramaz!), bu iş tamamdır!

3 Mart 2012 Cumartesi

Düşüyor... Ziyan Olacak, Kesin!



Murphy kanunlarını bilirsin;

Bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, ters gidecektir.
Bir şeyin olma olasılığı, isteme olasılığıyla ters orantılıdır.

Ve daha pek çoğunun yanında, benim en sevdiğim (sevmek?);

Ne kadar beklersen bekle, istenmediği zaman gelecektir!

Doğru söze ne denir diyorum ve Edward Murphy'yi alnından öpüyorum!

Şimdi düşündüğüm, acaba vakti zamanında, Edward Murphy böyle bir kanundan bahsetmeseydi (murphy kanunları - bir kanun eksik), yine, istenmediği  zaman gerçekleşir diye düşünecek miydim, yoksa, Edward'dan bağımsız, yalnızca düşüncelerime tercüman mı kendisi? Yoksa bunun hiçbir önemi yok ve ben yine mevzuyu mu dağıtıyorum? Evet öyle yapıyorum!

Dönelim!
İstenmediğinde gerçekleşenin bana faydası yok. Adı üstünde, istemiyorum.. Bazen, kandırmaya yönelik girişimlerim oluyor; İstemiyormuş gibi yapıyorum. "Amaaan kimin umurunda" hallerine giriyorum.. Yemiyor! Mantıklı bir açıklaması olmalı! Yani, neden! Tanrı benden nefret mi ediyor? Ama bu çok kişisel olurdu, ki bu hiç de kişisel bir durum değil.. O halde en mantıklısı, Tanrı hepimizden nefret ediyor? Çok saçma oldu..

Tamam, saçmalamadan aklıma gelen iki neden üzerinde duruyorum;

Birincisi, olmasını istediğin şeye karşı heyecanla yaklaşırsın. Heyecanlı insan kontrolsüz davranışlarda bulunur, afallar, bardağı tutamaz düşürür kırar falan filan.. Eline yüzüne bulaştırır özetle. Oysa bir şeyi elde etmek için soğuk kanlı davranmak gerekli olabilir. Olmayadabilir.

İkinci ihtimal o zaman!
O da şöyle ki; Yanlış enerji! İsterken, evren boğuluyor olabilir.. Antipati duyuyor, bi' rahat bırak diyor.. Sabırsız insan, "İstiyorum da istiyorum.. çok istiyorum, n'olur n'olur.." dedikçe, yanıt hep olumsuz hep olumsuz! Hooop, kuantuma bağladık yine! Oldu mu? Tam olmadı sanki ha?

Doğrusu şu, anladım; sanırım, ben Murphy yasalarını biraz araştırmalıyım. Okuyabilirim mesela.. Zira, doğru düzgün bilmediğin hakkında yazmak da neyin nesi canım! Bak işte, sonuçsuz kaldık öyle.. Tekrar yazacağım!

Peki bu son paragrafta, dürüst bir insan olduğumu düşünen oldu mu? Hani, düşündük, konuştuk, anlayan anladı gibi kıvırmadım ya? Hayır? Değildim zaten.. Yazmayacağım!